Masallar



Macar Halk Masallar Serisi:   Fakir Ailenin Üç Dileği

Macar Halk Masallar Serisi: Üç Dallı Çınar Ağacın Hikayesi

Macar Halk Masallar Serisi: Kaz Çoban Kraliçesi 




27 OCAK 2013  

YEDİ DİLEK  




Geçtiğimiz yıl Konstantinopolis’de okur yazar oranında müthiş bir artış oldu. Neden derseniz yüzyıllardır pek çok bilim insanına ve sanatçıya ev sahipliği yapmış ülkemizde bu yıl prenses Eda Liza okula başladı. Al sana artı bir! Ayrıca Lady Agi ve ben, Kraliçe Erika’nın hikayelerini Konstantinopolis Türkçesine çevirmeye başladık. Olduk mu üç kişi ! Kısacası bu sene Konstantinopolis’in edebiyat dünyasında büyük değişiklikler oldu.

Üstelik rakamsal değişiklikler de var. Mesela Prenses Eda Liza yedi, bendeniz ve Lady Agi otuzdokuz yaşında olduk. Küçük Prenses Leyla Nora bile artık beş buçuk yaşında! Kısacası yaşadığımız yılların sayısında da gözle görülür bir artış var...

Bu yıl, Eda Liza bildiği harfleri yanyana getirmekle birlikte, okuduğu kitapların sayısını çoğaltırken, ben hayatımdaki mutlu anları arttırma derdine düştüm. Bu dertle kentin nicedir gizli kalmış en eski yerleşim yerlerini keşfetmeye gittim. Bütün yaz Batonea kenti kalıntıları arasında dolanıp, Akdeniz dünyasının en güzel malzemelerinden olan terra sigillata adı verilen olağanüstü zarafette kaplarla tanıştım. Onlarla yap boz oynar gibi oynadım, uzun uzun zaman geçirdim. Bu güzel malzemeler Batonea limanına da acaba kral Theodosius zamanında mı geldiler  diye gün ortası hayallerine bile daldım.

Ben Konstantinopolis’in yıkıntıları arasında gezerken, prensesler babaları Piri Altuğ Reis ve anneleriyle Akdeniz’de yelken açtılar, Halikarnassos’da gezdiler ve hatta uzun bir süre de Macaristan’daydılar.

Döndüklerinde pek görüşemedik çünkü ben uzak bir ülkeye doğru yola çıktım….

UZAK ÜLKE

Uzak ülkeleri çok severim. Aslında uzak ülkeleri değil, beni gündelik sıkıntılardan uzaklaştıran her şeyi ve herkesi çok severim. Mesela kahveyi, yelkenlileri, küçük prensesleri, insanı olduğu yerden alıp bulutlara çıkartabilen müzikleri  ve içi macera dolu kitapları… Tadı damakta kalan meyveleri ve o meyvelerden yapılan ev pestillerini falan.

Uzun yıllardan sonra tekrar gittiğim o uzak ülkede kocaman bir nehir vardı. Nehir yüzyıllardır kentin tam ortasından geçiyor ve taaa okyanusa kadar upuzun bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla yol alıyordu. Bunu ben de yaptım! Elime bir gelincik aldım ve nehrin kıyısında uzun bir yürüyüşe başladım. Bu yürüyüş tam on gün sürdü. On gün!

On günün sonunda elimde yaprakları dökülmüş bir gelincik sapıyla başladığım noktaya döndüğümde gerçekten çok yorulmuştum. Tam mızmızlanmaya başlayacaktım ki küçük kırmızı bir yengeç koşarak yanıma geldi ve bana arpa suyundan üretilmiş harika bir içecek sundu.

“Çok cömertsiniz, soylu bir aileden olmalısınız” dedim.” Bu içecek enfes!”

“Yok canım, sadece kalbinizin sesini duydum, biraz arpa suyu size iyi gelir diye düşündüm” dedi.

“Eh, peki madem, teşekkür ederim” dedim.

Gelincik sapını nehre attım. Kırmızı yengeçle vedalaştım. Havalimanına doğru yola çıktım. Beni almaya gelecek olan balon gecikmişti. Tam homurdanıyordum ki, o geldi! Ejderham! İnanılmaz sevindim. Nereden biliyordu ki benim uzak ülkede olduğumu?

Daha sorumu içimden henüz geçirmiştim ki, kafamın içinde bir ses duydum. Ses “ben seninle ilgili herşeyi biliyorum!”dedi. Güldüm. Bavulumu ejderhanın sırtına yükledim. Sonra  ben de atladım. Yavaş yavaş yükseldik. Evler, arabalar, insanlar, ağaçlar bir bir küçüldüler… Sonunda o kadar yükseldik ki, ayışığının aydınlattığı bulutlar arasında yol almaya başladık. Kulaklarımda sadece en sevdiğim ses; saçlarımın rüzgarda söylediği ninni vardı. Gözlerimi kapattım, dudaklarımı kapattım, kollarımı ejderhamın boynuna sıkı sıkı doladım ve kalbimi açtım. O anda soru geldi:

“Nehir yolculuğun nasılsın? “ diye sordu içimdeki ses.

“İyiydi galiba, müthiş bir keşif yaptım” dedim.

“Neydi keşfettiğin?”

“Mutlu olma potansiyelimi”

“Peki gelinciği neden suya attın?”

“Bunu onsuz da yapabileceğimi anladım” dedim.

Başını çevirip bana baktı. Gülüştük!

Tam da o sırada Konstantinopolis’e varmıştık. “Önce kuleye gidelim” dedim. “Prensesleri o kadar özledim ki! Hem biliyor musun Eda Liza’nın doğumgününe çok az kaldı.”

“Elbette biliyorum” dedi.“Ona bu yıl ne vereceksin?”

“Cömert Ağacı vereceğim; karşılık beklemeyen, koşulsuz  sevginin kitabını. Ve bu gezegendeki her yılı için bir ağaç hediye edeceğim, yedi küçük, körpe fidan, tıpkı onun gibi!”dedim.

Ejderham gülümsedi, “peki sen okudun mu kitabı?”

“Evet”

“Anladın mı?”

“Hımm, sanırım”

“Peki neden ona vereceksin?”

“Benim kadar geç kalmasını istemiyorum. Çok mutlu olsun istiyorum ” dedim.

Kuleye geldik!


KONSTANTİNOPOLİS’DE YEDİNCİ YIL KUTLAMALARI!

Lady Agi ile okula kızları almaya gittik. Yol boyunca “hediyeyi tahmin et” oyunu oynadık.  Eve geldiğimizde harika bir sofra hazırlandı. Piri Altuğ Reis, Leyla Nora, Prusya Kralı… hepimiz oradaydık. Cömert Ağaç gecikmişti ama prensese yedi fidanı verdim.

Yedi dileğim vardı onun için:

Huzurlu bir ruh

Sağlıklı bir beden

Bereketli sofralar

Yaratıcı fikirler

Merhametli bir kalp

Macera dolu yolculuklar

Ve pek çok dost!

SENFONİK ESER

O gece Konstantinoplis’de ilginç bir ses duyuldu. Söylentiye bakılırsa Prenses Eda Liza, kocaman bir ejderha ve kırmızı saçlı bir kadınla kulenin banyosunda ellerini ağzına dayamış pırtlama sesleri çıkartarak eğleniyordu!  Neden olmasın ki? Eğlenmek prenseslerin, ejderhaların ve kızmızı saçlı kadınların da hakkıydı. Konstantinopolis yüzyıllardır pek çok müzik duymuştu ya, o gece kulaklarına inanamadı!

Prenses Eda Liza’ya Prenses Leyla Nora ile ilgili bir sır verdim. Artık bu dünyada sadece ikimizin bildiği bir sır var.  Zaman hızla aktı ve sonunda prenses sır tutabilecek kadar büyüdü…

Majeste çok yaşayın, önceliğiniz daima kendi mutluluğunuz olsun!



1 Aralık 2012

BİN AYNA TAPINAĞI

Bir köpek çok farklı bir tapınaktan söz edildiğini duymuş: Burası Bin Ayna Tağınağı imiş. Köpek aynanın ne olduğunu bilmezmiş. Ancak ismi kulağa hoş geliyormuş. O aralar yapacak ilginç bir işi de olmadığından koyulmuş yola - hedef, Bin Ayna Tapınağı.
Günlerce, haftalarca yol almış ve sonunda kendini gizemli tapınağın önünde bulmuş.
Basamaklardan yukarı koşmuş, büyük kapıyı açmış ve içeriye girmiş. Bir de ne görsün? Burada bin aynadan bin köpek kendisine bakıyormuş. Sevinçle kuruğunu sallamış. Derken bin aynadaki bin köpek de sevinip kuyruklarını sallamışlar. Köpek şöyle düşünmüş: "Ne kadar güzel. Dünya mutlu ve hayatından memnun köpeklerle dolu". O günden bu yana her gün Bin Ayna Tapınağı'na gelirmiş.
Bir gün öğleden sonra bir başka köpeğin yolu aynı tapınağa düşmüş. O da basamaklardan koşmuş, kapıyı açıp içeriye girmiş: Orada bin aynadan bin köpek kendisine bakıyormuş. Köpek çok ürkmüş, hırlamış ve kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmış. Aynı anda bin aynadan bin köpek karşısında hırlıyor ve kuyruk sıkıştırıyormuş. Bunu gören köpek kendi kendine, "Dünya kötü, hırlayan köpeklerle dolu"diye düşünmüş. Ve bir daha asla Bin Ayna Tapınağı'na ayak basmamış.
Bin Ayna Tapınağı nerede dersiniz?
Hemen kapınızın önünde! Dünyada açık bir yürekle ve umursayan bir gözle dolaşanlar, açık bir yürekle ve umursayan bir gözle dolaşanlara rastlarlar. Kendi içine kapalı ve kem gözle dolaşanlar, sadece kendileri gibi insanlara rastlarlar...
* Bir Budizm öyküsünden uyarlayan F. Tegetthoff



8 OCAK 2013 

SARIMSAK EFSANESİ



Asklepios, Yunan Mitolojisi'nde tıbbın ve sağlığın tanrısı olarak bilinir. Tanrı Apollon ve Teselya Kralı’nın kızı Koronis'in oğludur.
Koronis ve Apollon  sevişirler. Koronis  bu birliktelikten gebe kalır. Ne var ki, tanrının çocuğunu karnında taşırken Arkadya’dan gelen bir yabancıyı da yatağına alır. Bu haberi tanrıya kutsal kuşu  karga verir. Apollon kız kardeşi Artemis'i Koronis'i cezalandırmak üzere görevlendirir. Artemis kadını bir odun yığınının üzerinde diri diri yanmaya mahkûm eder. O ateş öyle büyüktür ki, bir zamanlar bulutlar gibi ak olan karga tüyleri, o günden sonra is karası rengi olur. Kadın alevler üzernde can vermek üzeredir ki; Apollon çocuğunu Koronis’in karnından alır. Çocuğu yetiştirmesi için at adam Kheiron’a verir. Bu olay hekim-tanrının son anda kurtarıcı olarak yetişmesinin simgesidir. Asklepios’a hekimlik sanatını öğreten Kheiron bütün at adamlar gibi doğanın içinde yaşayan, doğanın sırrına ermiş bir varlıktır. Sağlığın kaynağı da doğada olduğuna göre; Kheiron’un açık havada, güneşin altında şifalı otlardan ve sulardan yararlanma yollarını bilmesi de gerçek olarak ortaya çıkmaktadır. Asklepios böylece usta bir hekim olarak yetişir, hekimliğin ve cerrahlığın tüm bilgilerini edinir. Asklepios, elindeki asasını (ki bu asa da bugün bildiğimiz, tıbbın simgesi olan yılan dolanmış asadır.) yanından hiç ayırmaz, gittiği her yere onu da götürür, yorulduğu zaman da ondan destek alır.
Zamanla daha ileri giderek, ölüleri bile diriltmeye çalışır. Bunun sırrını efsane şöyle açıklar: Tanrıça Athena, Gorgo canavarı öldüğü zaman bedeninden akan kanı toplamış ve Asklepios’a vermiştir. Gorgo’nun sağ tarafındaki damarlarda zehirli, sol tarafındaki damarlarda şifalı kan varmış. Asklepios bu şifalı kanla ölüleri diriltme yoluna gitmiş. Ancak insanların ölümsüz olması fikri hem Zeus'un iktidarını sarsmış, hem de yeraltınının tanrısı Hades'i çok kızdırmış. Ve Hades kardeşini bir şeyler yapması konusunda kışkırtmış, Zeus da Asklepius'un başına bir şimşek fırlatarak onu öldürmüş. Derler ki o an Asklepius'un elinde reçete yazılı olan kâğıt toprağa düşmüş ve yağan yağmurla üzerindeki yazılar toprağa karışmış. Oradan da her derde deva sarımsak bitmiş. Apollon da, Zeus’a yıldırımları bağışlayan Kykloplar’ı öldürerek, oğlunun öcünü almış.
Asklepios’un yok oluşundan sonra hekimlik sanatını kızı, Hygieia (Yunanca sağlık anlamına gelir) ve oğulları Asklepiades adında bir lonca düzeni içinde sürdürmüşlerdir. Atina'da, Bergama'da, İstanköy Adası’nda, İzmir'de Asklepios adına tapınaklar kurmuşlardır. Bergama'da asclepion adıyla bilinen sağlık sitesi antik Yunan dünyasındaki üç büyük sağlık sitesinden biri olarak kabul edilir.
Asklepios efsanesine Anadolu'da yapılan bir katkı da şudur; aynı hikâye Lokman Hekim içinde anlatılır. Çünkü insanoğlunun en büyük arzularından biri olan ölümsüzlüğün sırrını aramak pek çok kültürde vardır.


Asklepios'un yılanlı asası hekimliğin  ve tıbbın sembolüdür. Zira yılan yeraltının tüm sırlarını bilir… Bakınız Şahmaran Efsanesi. Asklepios'un diğer simgeleri: Çam kozalakları, defne dalları, keçi ve köpekdir.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder