30 Mayıs 2013 Perşembe

Kaz Çoban Kraliçesi

Macar Halk Masalı



Bir varmış bir yokmuş, ülkenin birinde üç kızıyla ve karısıyla yaşayan bir tüccar varmış. Bir gün alışveriş yapmak için büyük kente gitmek üzere hazırlanırken kızlarını çağırmış ve onlara kendisini nasıl ve ne kadar sevdiklerini sormuş.
Büyük kızı “babacığım ben seni pazarda satılan en güzel elbiseyi sevdiğim kadar çok seviyorum” demiş. Ortanca kız “babacığım ben seni pırlantalarla bezeli bir elbise kadar çok seviyorum, bana bir tane alır mısın?” demiş. Baba kızlarına sevgiyle sarıldıktan sonra en küçük kızına dönmüş, “söyle bakalım küçük kızım sen beni ne kadar seviyorsun?”
“Sevgili babacığım ben seni yemekteki tuz kadar çok seviyorum’ demiş.

Babası bu söze çok hiddetlenmiş ve “nasıl böyle bir şey söylersin bana? Anlamadım kızım, benim değerim bu kadarcık mı senin gözünde? Ben buna çok üzüldüm, nereye istersen oraya git, seni bir daha görmek istemiyorum” demiş. Baba, kızının kendisine çok az değer verdiğini düşündüğü için çok gücenmiş.

En küçük kız nereye gideceğini düşünmeye başlamış. Bir kelime yüzünden evinden kovulmuş. Zavallı kız birkaç parça eşyasını toplayarak yola koyulmuş.

Yürümüş, yürümüş ve o kadar üzgünmüş ki nereye gittiğini bilmeden saatlerce yürümüş. Sonunda bir şatonun önüne gelmiş. Etraftakilere sorunca bu şatonun sahibinin bir kral olduğunu öğrenmiş. Şatoya girmek için izin istemiş ve kim olduğunu ve ne durumda olduğunu anlatmış. İşe ihtiyacı varmış ve ne olursa yapabilirmiş. Şatodakiler onun haline  üzülmüşler ve üstü başı perişan olan bu küçük kıza kaz çobanlığı görevini vermişler.


Zavallı kız senelerce kazlarla yaşamış. Sadece yemek yemeye şatonun mutfağına gidiyormuş. Bir keresinde yırtık pırtık, üzerine kaz tüyleri yapışmış elbiseleriyle tam yemek almaya geldiğinde, aşçı ona bağırmış “hadi çık bakalım mutfaktan, ayak altında dolaşma. Üstün başın da çok kirli. Yemeklere saçın düşer ya da kirli bir şey bulaştırırsan beni işimden edersin”


Zavallı kız mutfaktan çıkmış. Kaz kümesine doğru giderken prensin odasının açık olan penceresinin önünden geçiyormuş. Üzerini giyinmiş, özenle hazırlanan prensi görüce dayanamayarak sormuş:


“Prensim, nereye gitmek için hazırlanıyorsunuz?”
Prens kızın cüretine çok şaşırmış: “Neden soruyorsun sen, istediğim yere giderim. Akşam bir baloya katılacağım. Şimdi, çabuk kaybol buradan!” diyerek havlusunu kıza doğru fırlatmış.

Kaz Çobanı kız, kümese dönmüş ve cebinden mutfaktan aldığı yemeği çıkartıp ağlaya ağlaya yemeye başlamış. Yemek yerken yanına minicik bir farecik gelmiş. Kız onun sesini duyunca haline çok üzülmüş. Kendisi gibi aç olmalıymış bu farecik.  Ekmeğinden bir parçayı ona vermiş. Farecik yemeğini bitirince gitmiş ve bir ceviz kabuğuyla geri dönmüş. Kabuğu kızın eteğine bırakıp, hızla deliğine kaçmış.

Zavallı kız, ceviz kabuğuna baka kalmıştı. Çünkü bu ceviz sihirliydi ve içinde çok güzel altın ipliklerle dokunmuş harika bir elbise varmış! Çok sevinmiş! Aklına harika bir fikir gelmiş, gözyaşlarını silmiş ve “dur bakalım sen prens hazretleri, ben o baloya senden önce gideceğim” demiş. Çabucak hazırlanmış. Yıkanmış, saçlarını düzeltmiş ve altın elbisesini giymiş.

Balo salonuna varınca hemen dans pistine gitmiş.. Prens onu fark etmiş ve hep onunla dans etmek istemiş. Diğer erkeklerin kızla dans etmek için hiç şansı olmamış. Prens bu kızı çok beğenmiş. Biraz vakit geçince kim olduğunu soruşturmaya başlamış. Ama kızın cevabı çok ilginçti: “Havlu fırlatanlar kalesinde yaşıyorum” demiş. Prens başka soru sormamış ve sabaha kadar dans etmişler.

Balo bittiğinde prens altın elbiseli kızın koluna girmiş ve ona evine kadar eşlik etmek için izin istemiş. Kız hiç cevap vermeden, teşekkür bile etmeden prensten kaçmış. Prens öylece kalakalmış.

Kız, kaz kümesine geri dönünce altın elbisesini ceviz kabuğuna geri koyup eski elbisesini giyerek normal hayatına dönmüş. Ertesi sabah öğlene kadar kazlarla ilgilenmiş, kazlarla gezmiş. Öğle vakti gelince kazları kümeslerine götürüp mutfağa gitmiş. Mutfakta aşçının ayaklarının dibinde  dolanmaya başlamış. Aşçı, “çık buradan senin kirli elbiselerinden bir şey yemeklere düşerse mahvolurum” diyerek kızı azarlamış. Ona bir parça ekmek vererek kovalamış. Kız, elinde ekmeğiyle yine prensin penceresinin önünden geçerken görür ki prens bir yere gitmek için hazırlanıyor ve saçlarını tarıyormuş.

Kız “prensim nereye gitmek için hazırlanıyorsunuz?” diye sormuş.
“Neden soruyorsun? Sana ne? İstediğim yere giderim” demiş prens ve elindeki tarağı kıza doğru fırlatmış. Kız kümese dönmüş ve köşesinde akşam olmasını beklemeye başlamış. Zamanı geldiğinde de ceviz kabuğundan bir gümüş elbise çıkartmış ve yıkanıp elbisesini giymiş. Saçlarını da güzelce tarayarak baloya doğru yola çıkmış.

Kız gittiğinde balo başlamış ama prens hiç eğlenemiyormuş öylece bir masada oturup somurtuyormuş. Ama gümüş elbiseli kızı görünce hemen neşesi yerine gelmiş. Yine bütün gece beraber dans edip eğlenmişler. Ve ayrılık zamanı gelince prens kıza nereden geldiğini sormuş. Kız da cevap vermiş: “tarak fırlatanlar şehrinden”. Prens bu şehrin nerede olduğunu düşünmüş ama aklına hiç bir yer gelmemiş. Yine kızdan onu eve götürmek için izin istemiş ama kız bir önceki akşam olduğu gibi hiç bir şey söylemeden hızla uzaklaşmış.

Kız saraydaki kümesine dönünce gümüş elbisesini ceviz kabuğuna yerleştirip eski elbiselerini giymiş ve hiç baloya gitmemiş gibi normal hayatına dönmüş.


Ertesi gün şafak vaktinde kazlarla beraber tarlaya çıkmış. Öğle zamanında ise yine mutfağa gitmiş ve aşçının etrafında dolanmaya başlamış. Aşçı ona yemek vermiş.
Mutfaktan kümese dönerken kız yine prensin penceresinin önünde durmuş: “Prensim yine baloya mı hazırlanıyorsunuz?”
Prens sinirinden kıpkırmızı olmuş bir suratla: “Ne cesaretle benim pencereme kadar gelip soru sorabiliyorsun?” der demez elindeki aynayı kıza doğru fırlatmış.
Kız içinden dedi ki “tamam prensim, şimdi görürsün, ben senden önce baloda olacağım.”


Akşamı beklemiş ve ceviz kabuğundan bir pırlanta elbise çıkartıp giyinmiş. Balo salonuna ulaştığında prens orada değilmiş ama kız hemen dans etmeye başlamış. Prens geldiğinde sevdiği kızın başkalarıyla dans ettiğini görmeye dayanamamış ve kızın yanına gidip dans ettiği erkekten onu almış.


O gece daha önceki gecelerden çok daha fazla eğlenmişler. Prens kıza çok aşık olmuş. Mutlaka nereden geldiğini öğrenmek istiyormuş ama  cevabı her zamanki gibi çok tuhafmış: “Ayna fırlatanlar ülkesinden geliyorum” demiş. “Nerede olabilir bu ülke bilemiyorum” demiş prens. İçinden söyle geçirmiş “bizim çok ülke görmüş bir komşumuz var, ona sormalıyım, mutlaka biliyordur.”

Prens sonunda duygularını gizlemeye daha fazla dayanamamış ve parmağından çıkardığı yüzüğü kıza vererek ileri de onunla evlenmek istediğini söylemiş. Kız ona söz vermiş ama prensin kendisini eve bırakmak için eşlik etmeye izni istemesini beklemeden oradan uzaklaşmış.

Evine dönüp elbisesini ceviz kabuğuna koyduktan sonra yırtık pırtık, tüy içindeki elbisesini giymiş. Prens  çok üzgünmüş. Çünkü bütün kalbiyle istediği tek şey bu kızmış. Kızın arkasından o da saraya dönmüş. Sarayda da üzgün üzgün dolaşmaya devam etmiş. Hiç kimse ile konuşmuyormuş. Kral ve kraliçe bile onu teselli edip, konuşmasını sağlayamamışlar.
Prensin üzüntüden kalbi acımaya başlamış. Kıza olan aşkı ona çok acı veriyormuş.


Ertesi gün öğle vakti kız mutfağa gelmiş. Yemek tencerelerinin etrafında dolanmaya başlamış. Aşçının ona bakmadığı bir anda da prensin verdiği yüzüğü tencerelerden birine atıp mutfaktan çıkmış.

Yemek prensin önüne gittiğinde tencerenin içinden bir tıngırtı duymuş. Bir de bakmışlar ki bir yüzük! Bu durumda hemen aşçıyı çağırmışlar ve mutfağa kim girdi diye sormuşlar. Aşçı çok korkmuş. Başının dertte olduğunu düşünmüş. Onlara kaz çobanı kızdan ve onun yırtık pırtık elbiselerinden söz edememiş. Çünkü bu durumda kim bilir ona nasıl bir ceza verirlermiş?


Prens “Aşçı hemen söyle, yoksa başın büyük dertte. Sadece  itiraf edersen kurtulursun.” demiş
Zavallı aşçı sonunda itiraf etmiş ve yırtık pırtık elbiseli kaz çobanı kızdan bahsetmiş. “Hemen onu buraya çağırın” demiş prens,  “yıkansın temizlensin ve gelsin.”

Kız, temizlenip pırlanta elbisesini giymiş ve prensin huzuruna çıkmış. Prens onu görünce heyecandan kalbi duracak gibi olmuş. Bu kız yüzük verdiği kızdan başkası değilmiş. Prens kıza sarılmış, onu öpmüş ve kendisiyle evlenmek istediğini söylemiş. 

Düğün hazırlıkları yapılırken kızın ailesi için de bir davetiye hazırlanmış. Ama kız başka bir hazırlık daha yapmış; mutfağa gidip babasına ayrı yemek pişirmelerini ve tuz koymamalarını söylemiş. Düğün günü geldiğinde kızın babası da davetliler arasındaymış. Herkes masada oturmuş neşeyle sohbet ediyor ve lezzetli yemeklerden yiyorlarmış. Fakat kızın babası ne sohbet ediyor, ne de yemek yiyormuş. Gece boyunca hiç sesini çıkartmamış. Kız, babasının yanına gitmiş ve ona sormuş “sevgili babacığım neden yemeğinizi yemediniz? Lütfen neşeli olun bugün benim en mutlu günüm.” Babası “her şey harika ama sadece bir şey eksik; yemekte tuz yok!” demiş.

Kız babasına bakmış ve gülümsemiş: “görüyor musunuz babacığım, siz beni bu kelime için evden kovmuştunuz, çünkü sizi yemekteki tuz kadar seviyorum demiştim. Şimdi anlatabildim değil mi? Bakar mısınız tuzsuz yemekler ne kadar lezzetsiz.” Kız bunları söyleyince babasının gözlerinden yaşlar akmaya başlamış. Birbirlerine sarılmışlar ve asıl kutlama o anda başlamış. Yedi gün, yedi gece boyunca o kadar eğlenmişler ki, bu eğlencenin eşi benzeri görülmemiş.


Ve mutlu bir şekilde yaşamaya başlamışlar. Kim bilir belki hala bir yerlerde yaşıyorlardır..



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder